Tülay Bilin-ce

Archive for the ‘Korkular’ Category

Gazeteleri okurken bir elimde makas bir elimde kalem ile okuyorum. Neden mi? Çünkü beni motive eden o kadar çok olay oluyor ki. Bütün haberlere bakış açım değişti artık. İnsanlar neyi nasıl başarmışlar diye arayış içinde olduğumdan bir haber görünce hemen kesiyorum. Önce kendim motive oluyorum. Sonra seminerlerde örnekler vererek anlatıyorum. Bugün beni motive eden bir haberi sizinle paylaşmak istiyorum. Haber üzüntülü olarak başlıyor. Ama sonra nasıl başardığını görünce içime umut doğdu. Haber 1 Ağustos 2006 tarihinde Hürriyet Gazetesi’nde çıkmıştı:

Manisa Gölmarmaralı sanayici Gazanfer Sanlıtop, 1992’de kanser oldu, midesinin dörtte üçü ve safrakesesi alındı. Hayata küsmek yerine işine sarılan Sanlıtop, kanserle mücadele ederken bir fabrika kurup, ABD’lilere sattı. İlk fabrikasını büyüttü 45 ülkeye ihracat yapıyor.

“1940’ta Manisa Gölmarmara’da doğdum. Ailem 500 yıl önce Karaman’dan Makedonya’ya gitmiş, 1925’te babam tekrar Türkiye’ye göç etmiş. Önce İzmir’e sonra da Gölmarmara’ya yerleşmişler. Babam da girişimciydi, Gölmarmara’da tuğla kiremit imalatı ve bakkallık yapıyordu. Dedemiz de Manastır’da kereste imalatı, değirmencilik yaparmış. Aileden girişimciliği öğrenmişim.”

Antibiyotik kullandım kanserim ortaya çıktı

Gazanfer Sanlıtop kanser teşhisini şöyle anlatıyor: “Kulağım iltihaplandı bir antibiyotik kullandım ve mide kanaması geçirdim. Böylece kanser ortaya çıktı. 16 Aralık 1992’ydi ve teşhis konuldu. 21 Aralık’ta midemin dörtte üçünü safra kesesiyle birlikte alındı. Uzun süre kemoterapi gördüm. Hiç iyi sonuç vermedi, moralimiz bozuldu ama aynı zamanda da fabrika inşaatım sürüyordu ve iki kolumda iki adam inşaata giderek Teknopolimer’i kurduk, işlettik. Büyüttük ve Amerikalılara sattık. Kemoterapiden sonra tahliller çok kötü çıkınca ABD’ye gittim ama orada da ’yapacak bir şey yok’ dediler. Ben de bir daha kafaya takmadım. Sadece bir kez bu duruma söylendim o da ameliyattan bir gece önce ’Allahım çok gencim, daha 53 yaşındayım’ dedim.”

Kanser olunca çok daha verimli oldum

Gazanfer Sanlıtop, kanserle mücadele ederken bir anda ’şiirler, sevgi ve tecrübe’ üzerine kitaplar yazmaya başlar. Sanlıtop, “Şimdi 10’uncu kitabım basılacak. Adı da ’Ayrık Otu’; Çiftçiler bilirler ayrık otu kanser gibidir iyi temizlemezsen tarlayı mahveder. Kanser gibi yani. Belki de bu kitaplar hastalığın meyvesidir. Bir arkadaşım anlatmıştı bir kayısı ağacı varmış, üç beş meyve verirmiş. Sonra bir anda çok meyve vermiş. Ziraat mühendisi arkadaşını çağırmış ve sormuş ’niye böyle oldu?’ Meğerse ağaca bir çamaşır ipi bağlanmış ama sonra ip kopmuş ağaçtaki bağlı kısım boğum şeklinde kalmış ve ağacı sıkmaya başlamış. Ağaç öleceğini anlayıp çok meyve vermeye başlamış. Ben de acaba öleceğim diye korkudan mıdır nedir bir şiir kitabıyla başladım sonra 10 kitap çıktı. 1997’de umreye gittiğimde Kabe’yi tavaf ederken ’en iyi dua içinden gelendir’ diye bir şeyler söyledim. Otele dönerken de bir kağıda yazdım. Bundan sonra şiirler çoğaldı kitap olarak basıldı. Sonra başka kitaplar oldu. Bana ’bravo kanseri yendin’ diyorlar. Ben de durumu kendimce şöyle açıklıyorum: “Binbir derdi olsa da sevilir yalan dünya/Hayat denen muamma fanilerce bilinmez/Ümidini kaybetme isyan etme tanrıya/İnsan ecelden ölür hastalıktan ölünmez.”

Kafaya takmamanın ne kadar önemli olduğunu bu haberle daha iyi anladım. Yukarıdaki paragraftaki cümleyi tekrar buraya almak istiyorum. Beni en çok motive eden cümle bu olmuştu: “Kemoterapiden sonra tahliller çok kötü çıkınca ABD’ye gittim ama orada da ’yapacak bir şey yok’ dediler. Ben de bir daha kafaya takmadım.”

Hayatımızdaki olumlu ya da olumsuz olayları düşüncelerimiz ile büyütüyoruz. Madem ki ben büyütüyorum o zaman mutlulukları büyütmeyi tercih ederim. Yapabileceklerimizi yaptıktan sonra hayata teslim olmak gerekli diye düşünüyorum. Çünkü mutluluk varılması gereken bir nokta değil, bir yoldur. Bu yola da hayat deniyor. Eğer sadece mutluluklarımızı varacağımız hedeflere saklarsak o noktaya vardığımızda belki de hayat bitmiş olacak. Onun için bize sunulan bu güzel hayatı yaşamaya bakalım mutluluk nasıl olsa arkamızdan gelecektir. Burada size güzel bir anektot yazmak istiyorum:

“Büyük kedi, kuyruğuyla oynayan küçük kediye sordu:
– Neden kuyruğunu kovalayıp duruyorsun?
Küçük kedi şöyle yanıt verdi:
– Bir kedi için en güzel şeyin mutluluk, mutluluğun da kuyruğumda olduğunu öğrendim. Kuyruğumu kovalıyorum, kovalıyorum..Sonunda onu yakaladığım zaman, biliyorum ki, mutluluğu yakalamış olacağım.
Yaşlı kedi gülümsedi;
– Gençken ben de senin gibi, mutluluğun kuyruğum olduğuna inanıyordum. Yıllar geçtikçe anladım ne zaman ki kovalasam o benden uzaklaşıyor, ne zaman kendi işime baksam, o hep peşimden geliyor.

Sevgiler
Tülay Bilin
tulayb18@gmail.com

Bugün bir duygumuz hakkında düşüncelerimi yazmak istiyorum. Bu yazıyı yazmadan önce şöyle bir internette dolaştım. Bazı bilimsel yazıları okudum. Psikolojideki korku kelimesini araştırdım. Ama şunu ifade etmek istiyorum ben doktor değilim. Onun için yazılarıma bilimsel olarak bakmak doğru olmaz. Ben yaşanan günlük hayatın içindeki duyguları irdeliyorum. Hani Nasrettin Hoca bir gün eşekten düşmüş, çevresindekiler;
– Aman hocam hemen bir doktor çağıralım, demişler. Nasrettin Hoca şöyle cevap vermiş:
– Ben doktor istemem. Bana eşekten düşmüş birisini getirin.

Aman sevgili doktorlarım sakın bundan alınmasınlar. Burada yazdığım yazıların bilimsel bir değeri olmadığını ifade etmek için yazıyorum. Sadece duygularımı ve yaşadıklarımdan çıkarttığım sonuçları yazıyorum. Gerçi ben bu yazıların bilimsel olmadığını savunuyorum ama biraz evvel bir mail aldım. İsmini açıklayamayacağım bir Profesör yazılarımdan etkilendiğini ifade etmiş ve şöyle yazmış;

“Yanlızlık ve Affetmeli miyiz? isimli makalelerinizi okudum, makale diyorum çünkü bence bilimsel yazılar ve etkilendim.”

Bir bilim adamının bu yazılarımı bilimsel kabul etmesi beni oldukça yüreklendirdi. Ama ben yine de bilimsel olduğu konusunda iddialı değilim. İnternette yaptığım araştırmada insanların korku çeşitlerinin ne kadar çok olduğunu gördüm.

– Başarısızlıktan, sevilmemekten, önemsenmemekten, ölümden, hastalıktan, kaybetmekten, kontrol edemediği her türlü etkiden, kontrol edilmekten, terk edilmekten, sakat kalmaktan, aldatılmaktan, zayıf görünmekten, anlaşılamamaktan, aşağılanmaktan, kavgadan, tehdit gibi algıladığı her şeyden ve herkesten, düzenin bozulmasından, elindeki değerleri kaybetmekten, aklını kaçırmaktan, parasızlıktan, sahip olduğu mal varlığını yitirmekten, düşmanlardan, Zarar görmekten, düşmekten, uçaktan, hayvanlardan, yüksekten, yalnızlıktan, karanlıktan, işsiz kalmaktan, hırsızdan, psikopat insanlardan, doğal afetlerden.

Bütün bunlar tek tek yazı konusu olabilir. Ama benim bugünkü konum kaybetme korkusu. Bu bile kendi içinde sınırsız konulara ayrılabilir. Sadece sevdiğini kaybetme korkusu demek istiyorum. Bazı insanlara karşı kendimizi bağımlı hissederiz. Bu sevgilimiz olabilir. Ya da arkadaşımız olabilir. Kendimizi o kişiyle öylesine özdeştiririz ki sanki onsuz asla yaşayamayız. Sanki hayatımızda o olmazsa sorunların altından kalkamayız, sanki o olmazsa sevinçleri bu kadar güzel yaşayamayız, sanki o olmazsa kendimizi yarım hissederiz, sanki o olmazsa sinemaya gidemeyiz, sanki olmazsa alışverişlerimize karar veremeyiz, sanki o olmazsa toplum içinde kendimizi iyi ifade edemeyiz.

Aslında işin bu boyutu bağımlılıktır. Kurtulmak isteriz ama bir türlü başaramayız. Oturup bir düşünsek onun bana katkısı nedir? Hangi noktada kendimi ona bağımlı hissediyorum? Neleri ben tek başıma yapamam? Hele karşımızdaki kişi bu bağımlılığımızı hissederse bizi daha da bağımlı hale getirebilir. Bütün bunlardan kurtulmak için kendimizi iyi tanımamız gerekli. Ondan vazgeçemememizin altında yatan korkular nelerdir? Belki de yalnızlık korkusudur. Belki de kendine güven korkusudur. Bunları bilince bu korkulardan kurtulmak daha kolaydır. Bu korkuların üstüne gidince diğerine olan bağımlılığınızın ortadan kalktığını göreceksiniz.

Bence bir tane güzel korku var. Korkunun da güzeli olur mu diyeceksiniz. Bence var. Bağımlılık derecesinde olmayan kaybetme korkusu. Sevdiklerimizi kaybetme korkusu. Eğer bu duyguyu yüreğimizde hissetmezsek sevdiğimizin değeri kalmaz. Bizi birbirimize bağlayan en büyük his kaybetme korkusudur. Bu duygunun dışa vurumu da SEVGİ’dir.
Burada ki korku onsuz yaşayamama korkusu değil. Sadece birlikte olmaktan keyif almak. Birine aşık olduğumuzda onu kaybetmemek için onun hoşuna giden her şeyi yapmak ve onu mutlu etmek isteriz. Bu kaybetmek korkusu ona verdiğimiz değeri gösterir. Sürekli onu düşünür ve onunla birlikte olma yollarını ararız. Onun sevgisine ihtiyacımız vardır. Bu kaybetme korkusunu yendiğimiz zaman ona olan ilgimiz azalmıştır artık. Eskisi kadar onu kaybetmekten korkmuyoruz demektir. Yani hayatımızdan bir yıldız kaymıştır. Belki de korkunun içinden geçmişizdir. Bakın Sezen Aksu’nun da kaybetme korkusu için yazdığı sözler;

SENSİZİM
Sensizim senden uzakta
Seni düşünüyorum
Seni özlüyorum
Ve özlemeyi çok seviyorum
Sensizim senden uzakta
Seni özlüyorum
Seni seviyorum
Seni sevmeyi çok seviyorum
Seninleyim sana dokunuyor
Seni hissediyorum
Ve hissetmeyi çok seviyorum
Bir gün seni kaybedeceğim
Duygusu sarıyor benliğimi korkuyorum
Ve bu korkuyu çok seviyorum

Ben de sevdiklerimi kaybetme korkusunu çok seviyorum. Yüreğimizden bu korkunun kaybolmaması dileğiyle.

Sevgiler
Tülay Bilin
tulayb18@gmail.com

Etiketler:

Ayrılık ve bitişler. Hangisi daha az acı verir acaba? Bana ayrılıklar daha acı veriyor. Çünkü benim dışımda gelişen bir olay gibi geliyor bana. Yani verilmiş bir kararı yaşıyormuşum gibi. Ayrılık benim duygularıma cevap vermiyor. Tek verdiği şey, sadece acı. Ayrılıklarda bir tercih yapmak zorunda kalıyor insan. Ben tercihleri sevmiyorum. Ben tercihi yaşayarak yapmak istiyorum. Kararı ben vermek istiyorum. İşte o zaman bunun adına bitiş diyorum. Bitişlerde yaşanmışlık var. Bazen tükenmiş bir ilişki, bazen doyuma ulaşmış bir ilişki, bazen bütün gizemlerin sonunu görmek, bazen sırların çözülmesi. Bazen heyecanların bitişi. Heyecanların bitişi de acı veriyor insana. Ama o heyecanların yerine başkalarını koymak için arayışa geçersek hayatı yakalayabiliriz. Yoksa hayatımız boyunca kaybettiklerimiz için ağlayıp dururuz. Hani derler ya: DÖKÜLEN SU TOPLANMAZ

Yani eğer kendini yenileyip yeni ufuklara yelken açmazsan boğulur gidersin. Arada sorunlar başladıysa ilişki zedeleniyor demektir. Çünkü artık o ilişki sana yetmiyor demektir. O kişiyi aşmışsın demektir. Artık yeni heyecanlar gereklidir. Sakın bunu uçarı bir ruh olarak algılamayın. Eğer ilişkilerde ilerleme birlikte olmuyorsa, yani ilişkiyi üretkenliğe çekemiyorsak bitebilir. Bitmeli de. Eğer bitirmezsek kısır döngü içinde kalırız. Bu ilişki bizi beslemekten ziyade ruhumuzu yer bitirir. O bitişi kabullenmek zorundayız, yoksa bunalım kapıdadır.

İşte bu kaybetme korkusu hayatımızı yönlendiren duygulardan biri. Bir şeye sahip olmak isteyen kişi her şeyini kaybetmeye hazır olmalıdır denir. Yani riske girmelidir. Mutlu olmak sadece isteklerimizin yerine gelmesi ile olmaz. Çoğu zaman bitişleri de kabullenmek zorundayız.

Gerçek bitişi yaşadığım zaman bana artık üzüntü vermiyor. Ama uzun süre onun mücadelesini veriyorum. Eğer bitti dediğim halde hala üzülüyorsam bitmemiş demektir. Bu ilişkinin adı bazen aşktır, bazen bir dostluktur, bazen bir evliliktir. Kişi kendi kafasında ve yüreğinde eğer bitişi yaşamıyorsa dışarıdan söylenenler pek etkili olmuyor.

Bunu bir yakınımın başına gelen olayda yaşadım. Evlilikleri kötü gidiyordu. Aslında adam koca olarak harikaydı. Koca değil iyi bir sevgili gibi davranıyordu. Yani bir kadının istediği gibi. Adamın tek kusuru vardı hiçbir şeyi doğru söyleyemiyordu. Aralarında sorunlar çıkıyor ve ayrılıyorlardı. Ama adam ayrılıkta hastalığını kullanarak duygu sömürüsü yapıp barışma yollarına düşüyordu. Zavallı kadın hemen telaşa kapılıp hastaneye gidiyor ve barışıyorlardı. Hatta bazen kadının kendi ailesi bile adamın tarafını tutup hasta olduğu için ona acıyorlardı. Oysaki kişinin hastalık numarası yaptığı çok belliydi ama duygusallık gerçeği görmesini engelliyordu. Bu ayrılıp barışmalar o kadar çoğaldı ki artık kadın da gerçeği görmeye başladı ama bir türlü kestirip atamıyordu. Beyninde bir türlü ilişkiyi bitiremiyordu. Adam da bunu fark ettiğinden sürekli duygu sömürüsü yapıyordu. Her bitişin bir geri dönüşümünü yaşıyorlardı. Ama bir gün geldi ki yine ayrıldılar ve haber geldi ki adam hastanede. Aman koş seni istiyor dediler. Ve kadın gitmedi. Ölecek ama dediler. Tanrı bilir Allah şifasını versin dedi. Kadın kafasında her şeyi bitirmişti. Adam bunu anladı ve hasta olmaktan vazgeçti. Kadın bir daha adamın adını bile ağzına almadı. Aradan yıllar geçti. Adam bir gün kalp krizinden öldü. Telaşa düştüm bunu kadına nasıl söylicem diye. Çok üzüleceğini tahmin ediyordum. Söylediğimde sadece; Allah Rahmet eylesin dedi. İşte gerçek bitiş bu. Yüreğinde hiçbir kırıntı sevgi kalmamış. Yani karşısındakinin kendisini üzmesine artık müsaade etmiyor.

Bazı kişiler sevgileri sonuna kadar kullanıp tüketiyorlar. Ve sadece kaybettikleri zaman telaşa düşüyorlar. Daha önceki aşk ile ilgili yazdığım bir yazıya yorum yapan bir genç bana mail atmıştı. Kendisinin izni olmadan burada adını açıklamam doğru olmaz. Yaşadığı bir aşkı anlatmış. Bir kızı çok sevmiş ama kız onun sevgisine bir türlü karşılık verememiş ya da anlayamamış.

Diyor ki; “Şimdi beni deliler gibi seviyor ama ben artık aynı hisleri ona karşı duyamıyorum. Çünkü sürekli mutsuz geçen yıllarımız aklıma geliyor. Neden insanlar kaybettikten sonra bazı şeyleri farkına varıyorlar. Bu bana acı veriyor”
Aslında artık o ilişkiyi aşmış, o ilişki artık ona yetmiyor ama kopuşu da yaşayamıyor. İşte bu durum can çekişen bir hayvanın haline benziyor. Biliyorsunuz böylesi bir acıyı çeken bir hayvanı insanlar sadece acı çekmesin diye vururlar. Ama biz o kadar acı çekmemize rağmen bitişe karar veremiyoruz. Sanki bitirirsek acı çekecekmişiz gibi. Oysaki çekilecek acı bugünkünden daha fazla olmayacaktır.

Ay nerden aklıma geldi bu bitişler bugün bilmiyorum. Hayatımda bitişler yaşamak istemiyorum ama eğer gerekiyorsa aslanlar gibi de yaşarım.

Keyifli birliktelikler diliyorum.

Sevgiler
Tülay Bilin
tulayb18@gmail.com

Etiketler: ,

Bu köşede 2,5 senedir her hafta yazı yazıyorum. Çoğunuzu tanıyorum. Yüzlerce kişi bana mail ile ulaşıyor. Sorunlarını yazıyor. Hepsine cevap veriyorum. Benim alanıma giren ve bildiğim konularda yardımcı olmaya çalışıyorum. Bilmediğim konularda ahkam kesmeyi hiç sevmem. Uzmanlık dalımın içine giriyorsa çareler üretmeye çalışıyorum.

“Sen bize yol gösteriyorsun da senin hiç mi problemin yok?” diyeceksiniz. Olmaz mı hiç. Sadece dün olanlardan bir kesit yazmak istiyorum. Benim annem son 5 yıldır yatalak. Bir sürü sağlık sorunundan dolayı kendi başına işlerini göremiyor. Nefes alamıyor. Sürekli oksijen makinası ile yaşıyor. Ve çok sevdiği bir kardeşi var. Annem 79, kardeşi yani teyzem 76 yaşında. Dün teyzem kardeşini (annemi) görmeye geldi. Teyzem uzun yıllardır Yalova’da yaşadığından sık sık gelemediği için birbirlerini çok özlemişlerdi. Her şey güzel giderken teyzem annemin karşısında birden bire bayıldı. Annemin telaşı görülmeye değerdi. Perişan oldu kadın. Ayrıca teyzem de perişan oldu. Teyzemin tansiyonuna baktım ki çok düşmüş. Hemen bir bardak tuzlu ayranı zorla içirdim. Beş dakika sonra kendine geldi. Ama o telaşı yaşamak hepimizi çok üzdü. Bir yandan teyzeme üzüldüm bir yandan annem çok üzüldü diye üzüldüm. Sadece bu kadar mı? Hayır.

14 yıldır birlikte yaşadığım bir köpeğim var. Benim için evlat gibi. İki üç gündür kuyruğunun altına gelen yeri yani poposunu sürekli yalıyor. Üstünde durmadım. Çünkü köpekler genellikle yalarlar. Kuyruğunu kaldırıp bir baktım ki koskoca bir et parçası iltihap içinde. Onu görünce sanki içimde bir şeyler koptu. Kaptığım gibi Dr. Kemal Bey’e götürdüm. Muayeneden sonra kuyruğunun altında nerdeyse yumruğum kadar bir kitle var dedi. Bir ihtimal enfeksiyon olabilir ama olmayabilir de dedi. Kuvvetli bir antibiyotik iğne yaptı. 4-5 gün sonra tekrar bakalım dedi. Enfeksiyon önemli değil çabuk geçer, ama ya o kitle geçmezse. O kitlenin oradan alınması mümkün değilmiş. Bakar mısınız yaşadığım üzüntüye. Ama şu anda ya o enfeksiyon değil de kitleyse diye düşünmüyorum. Şimdiden evham yapmıyorum. İyi olarak düşünüyorum. O mutlaka enfeksiyondur ve geçecektir. Ya geçmezse. Olabilir ama onu o zaman düşüneceğim. Şimdiden telaşa kapılmaya gerek yok. Eğer kitle varsa ve yapacak bir şey yoksa çok üzüleceğim. Hele ölürse perişan olurum. Ama şöyle bakıyorum. Onunla harika bir 14 yıl geçirdik. Bana çok büyük mutluluk verdi. Hayvan sevgisini onunla tattım. Doğanın kanunu bu değiştirme şansım yok. Demek ki kabullenmek zorundayım. Ona olan sevgimi diğer hayvanlara vererek yaşamıma devam edeceğim.

Dün bu kadar problem yaşadıktan sonra uzun süredir görüşmediğim bir arkadaşım aradı. Evlilik yıldönümlerini karı koca baş başa kutlamak için hafta sonu tatiline çıkmışlar. Akşam yemeği yerken bu mutluluklarını benimle paylaşmak için aramışlar. İşte hayatın içinde böyle de güzellikler de var. Hayatın içinde hem mutluluk hem de mutsuzluklar var. Yeter ki mutsuzluklara takılıp kalmayalım.

Bunu her zaman yazarım. Problemler hiç bitmez. Bitsin de mutlu olayım diye beklersek hiç mutlu olamadan ölür gideriz. Bir 18 yaşımı bitireyim, bir üniversiteyi bitireyim, bir evleneyim, bir evim olsun, bir arabam olsun, bir çocuğum olsun, bir çocuğumun evliliğini göreyim, bir emekli olayım, bir torunumu göreyim o zaman mutlu olacağım derken bir de bakarsın ki hayat bitmiş. Peki ne zaman mutlu olacağız?

Mutluluk hiçbir problemin olmadığı zaman duyulan his değildir. Hayat problemlerle doludur. Hayatımızı mutlu kılmak için elimizden geleni tabii yapmalıyız ama değiştirmek elimizden gelmiyorsa da hayata teslim olup kabullenmeliyiz. Erkek çocuk isterken kız çocuğumuzun olmasını değiştirme şansımız yok. Bizim elimizde olmayan bu yaşamı kabullenmek ve mutlu olmak zorundayız.

Her şeye rağmen çok mutluyum…..

Sevgiler
Tülay Bilin
tulayb18@gmail.com

Her zaman yaptığımı yaptım yine. Geçen haftadan bu haftaki yazımı hazırlamıştım. Henüz yazmamıştım ama aklımda yazılmıştı bile. Ama yeni bir yazı ile karşınızdayım. Bu akşam bir film seyrettim ve size başka bir konu yazmaya karar verdim: Cinsellik

Cinsellik ülkemizde tabudur. Çocukluğumuzdan beri ayıp diye büyütüldük. Ailece film seyretsek öpüşme sahnelerinde hepimiz önümüze bakardık. Ya da büyüklerimiz hadi siz yatağa bakalım diye bizi kovalarlardı. Kızların evlenme yaşı geldi artık diye evlendirilirdi. Yaşının gelmesi ne demekse? Evde kalacak diye ödleri kopardı. Kızların da ödü kopardı. Yani cinselliği yaşama yaşı geldi. Aman bir kazaya uğramadan evlendirelim gitsin. Gerisini kocası düşünsün gibi…Zavallı kocası farklı bir durumda mı sanki. Onun için ülkemizde bir sürü cinayetler oluyor. Temelinde hep yaşanmamış cinsellik yatıyor. Daha yakın zamanda bir şoför Yunanistan’dan gelen bir sanatçıya nasıl tecavüz edip öldürdü. Tabularımızı kıramadığımız için en kolay yol öldürmek oluyor.

Oysaki batı toplumlarında arkadaşlık teklif ediliyor. Kabul ederse birlikte olunuyor, etmezse teşekkür ediliyor. Israr yok. Arkadaşlığın sonu evliliğe gidebilir. Onlar için de aile kavramı önemli. Çocuklarına çok önem veriyorlar. Büyütüyorlar sonra kendi ayakları üstünde durması için serbest bırakıyorlar.

Neden bizde her şey tersine oluyor. Çünkü toplum olarak kendimize güvenimiz yok. Eğitimsizlik güven kaybı yapıyor. Eğitim ailede başlıyor sonra da öğretim ile devam ediyor. Ne eğitim tek başına yeterli ne de öğretim. İkisinin de olması gerekli. Biliyorsunuz eğitim demek hayatın içindeki öğrenmeler (aile içi ve toplum eğitimi) öğretim demek okul hayatının getirdikleridir.

Özgür insanlar görmek istiyorum. Kararlarını özgür iradesi ile verebilen. Hayatı yaşamasını bilen. Çağa ayak uydurabilen. Eski çağların geleneklerine bağlı yaşamayan, bugünü yaşayan gençler görmek istiyorum. Hiç kimse kendinden önceki neslin kurallarına göre yaşamamalı. Teknoloji çağında her şey çok çabuk eskiyor. Ama işe yaramayan kurallar bir türlü eskimiyor 😦

Geçen yıllarda televizyonda çok güzel bir margarin reklamı vardı. “Siz hala annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz?” diye bir soru soruluyordu. Eğer annenizin margarinini kullanıyorsanız geri kalmışsınız çünkü yenisi çıktı demek istiyor. Bu büyüklerimize saygısızlık edelim, onlara asi gelelim ya da onları sevmeyelim demek değil. Aksine bunları mutlaka yerine getirelim. Sadece kendi çağımızı yaşayalım diyorum.

Sevgiler
Tülay Bilin
tulayb18@gmail.com

20 yıldan fazla bir zamandır kişisel gelişim ile ilgileniyorum. Her zaman şunu ifade ederim. Kendi üstümde denemediğim hiçbir davranışı başkasına önermem. Öncelikle kendim denerim yani hayatıma geçiririm sonra da başkalarına öneririm.

Bunu şunun için yazıyorum. İnsanların hayatlarında çok acı günler olabilir. En acısı da ölüm acısıdır. İnsanlar mutlaka acılarını yaşamalılar. Yani yaslarını tutmalılar. Acılarıyla yüzleşerek yani acının üstünü örtmeden yaşamalı. Ama yasını yaşamayı asla abartmamalı. Yaşadığın sorunların yoğunluğuna göre özellikle ölüm acısını bile abartmamak gerekli. Eğer makul bir zaman dilimi geçtiği halde hala yas tutuyorsan mutlaka bir doktora gitmelisin diye okumuştum. Bu okuduklarım büyük düşünürlerin yazdıkları ya da tıp doktorlarının önerileridir. Bunu uygulamaya hep çalıştım. Ama şimdiye kadar bu kadar canımı acıtan bir acı yaşamamıştım.

3 hafta önce annemi kaybettim. Acıların en büyüğünü yaşadım. Onun için 3 haftadır yazılarıma ara verdim. Kendimle baş başa kaldım ve acımı yaşadım. Yani 3 hafta yaşama ara verdim. Ama bu arada dünya durmadı, dönmeye devam etti. Yani her şeye rağmen hayat devam etti. Ben de acımı unutmak değil ama onunla birlikte yaşamayı öğrendim. Eğer bu zaman diliminde hayata dönemeseydim mutlaka profesyonel bir yardım almayı denerdim. Ama makul bir zaman diliminde hayata döndüm.

Benim de sizlere önerim problemleri büyütmeyin acıların en büyüğünü bile yaşamanın belirli bir zamanı var. Eğer bu acıdan kurtulamıyorsanız mutlaka profesyonel bir yardım almanızı öneririm.
Sevgiler
Tülay Bilin

tulayb18@gmail.com

Bu hafta bir arkadaşımdan güzel bir mail geldi. Harika bir filmin hikayesiydi. Ama hikayenin altında isim yazmıyordu. Kim kaleme almış bilmiyorum. Sizlere bu hikayeyi yazmadan önce internette bir araştırma yaptım ve buldum. Ahmet Altan Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazmış. Frank Capra’nın “Bu muhteşem bir hayat” isimli filmi. Eski bir Amerikan filmi. Ahmet Altan filmi anlatmış ve sonra da kendi yorumunu yazmış. Ben yorum kısmını almadım. Sadece filmin hikayesini kendi yorumumla aktarmak istiyorum.

”Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda gelen olaylar yüzünden kasabasını terk edememiş, sonunda babasının pek de parlak olmayan işini devralmak zorunda kalmıştı. Sevdiği bir karısı ve çocukları vardı. Ama işler iyi gitmiyordu. Borçlar birikmişti. Yaşadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücü
kalmamıştı. Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra kendini köprünün üzerinden atıvermişti.

Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu. Tanrı, “ikinci sınıf meleklerden” birine görev veriyordu.

– Eğer bu ümitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi başarırsan, ben de sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melek yaparım.

Ve, yeryüzüne tonton, yaşlı bir adam kılığında “başarısız” bir melek düşüyordu. O güne dek bir türlü verilen görevleri doğru dürüst yerine getiremediği için istediği kanatlara kavuşamayan, kederli bir melekti bu. Görevi ise çok zordu.

Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş, istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dünyayı gezmek isterken önemsiz bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek, onu intihardan vazgeçirecekti.

Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart’ı sulardan çıkarıyordu. Onu, kendini sulara atmadan önce son içkisini içtiği bara götürüyordu ama orası şimdi çok değişikti. Serserilerin toplandığı, pis bir batakhane olmuştu. Kimse Stewart’ı tanımıyordu. Stewart kasabaya dönüyordu ama orada da eski dostları onun kim olduğunu bilmeyen gözlerle ona bakıyorlardı. Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı. Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.
Karısı ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaşlı kızdı. O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu. Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında geçen bu beş dakikada her şeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına bakarken “ikinci sınıf melek” yanına yaklaşıyordu. Ona anlatmaya başlıyordu.

– Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım, sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun… Sen olmamış olsaydın ne olacaktı, gör…
Kardeşim ne zaman öldü, diye soruyordu Stewart.
– Sen dokuz yaşındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın… Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hiç doğmayınca onu kurtaracak kimse de olmadı… O çocukken öldü.
– Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu?
– Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu ve sen ona borç vermiştin… Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve sonra fahişe olarak kaldı.
– Kasaba niye böyle bakımsız ve korkunç gözüküyor?
– Çünkü sen babanın yerini aldıktan sonra insanlardan para toplayıp kooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti… Sen hiç olmadığın için o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba bakımsız kaldı, o inşaatta çalışıp para kazanan birçok insan para kazanamayıp serseri oldu.

Bütün seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanın farkına varmadan ne kadar çok başka insanın hayatına değdiğini, o hayatları varlığıyla değiştirdiğini, en sıradan insanın bile bu hayatta tahmin edemeyeceği ölçüde önemi olduğunu görüyordu.

Stewart, o yaşlı ve tonton “ikinci sınıf” melek sayesinde bu gerçeği görünce intihar etmekten vazgeçiyordu. Kendisine o kadar manasız ve değersiz gözüken hayatının aslında birçok insan için ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu. O intihar etmekten vazgeçince yeniden her şey eskisine dönüyordu. “Bu muhteşem bir hayat” isimli film, mutlu sonla biterken de gökyüzünde bir “çın” sesi duyuluyordu. Tonton meleğe, Tanrı çok arzuladığı kanatlarını veriyordu. “

Hepimiz bazen işe yaramadığımızı, bu dünyaya neden geldiğimizi düşünürüz. Zor anlar yaşarız. Hayat çok manasız gelir. Oysaki filmde olduğu gibi geri dönüp hayatımıza bir baksak, biz olmasak birçok şey şimdi olduğundan farklı olabilirdi. Birçok insanın hayatının değişmesine vesile olmuş olabiliriz. Tanrı hepimize bir görev vermiştir. Hayatta olmamızın bir anlamı vardır. Üstelik daha bitmemiş görevlerimiz olabilir. Son nefesimize kadar da hayatta görevlerimiz olduğunu unutmamalıyız. Bu hayatı sadece kendimiz için yaşamak bazen tatsız olabilir ama yaşamımızın anlamını bulursak hayat yaşamaya değer.
Sevgiler
Tülay Bilin
tulayb18@gmail.com

Hayattaki en büyük zenginlik güven duyacağımız dostlarımız olması. Bence paradan daha önemli. Çünkü parayla her şeyi satın alabiliriz ama gerçek dost satın alamayız. Sizinle güven duymanın güzelliğini anlatan iki tane anektot paylaşmak istiyorum.

Bu yazı bana mail ile gelmişti. İşleyen sistemin tarih aralığını bilemiyorum ama hoş bir olay;

“İngiltere’de yargıçların maaşı yoktur. Onun yerine ihtiyaçları oldukça kullandıkları kredileri ve sınırsız çek defterleri vardır. İngiliz devleti hakimlerine o kadar güveniyordu yani. Bir gün hakimin biri bir bankaya gidip 1.000.000 poundluk bir çek bozdurmak istediğini söylemiş. Tabii ortalık birbirine girmiş. Banka yöneticileri en üst makamlardan onay almadan bu kadar parayı veremeyeceklerini söyleyip hemen İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ve Başbakanlık gibi yerlere telefon etmişler. Ancak aradıkları her yerden gelen cevap aynıymış: ÖDEYİN.

Gel gelelim bankada o kadar nakit yokmuş. Hakimden ertesi gün gelmesi rica edilmiş. Ertesi gün para bir bavul içinde hazırlanmış. Hakim gelip parayı almış. Aradan birkaç gün geçmiş. Hakim tekrar çıkagelmiş. Parayı bankaya geri vermek istiyormuş. Banka yönetimi hemen bakanlığı aramış. Derhal bakanlık müfettişleri devreye girmiş ve hakime hareketinin sebebi sorulmuş. Hakim; “Kraliçe’nin hükümeti bize gerçekten bu kadar güveniyor mu? Onu sınadım.” cevabını vermiş. Raporlar bakanlığa iletilmiş ve aynı gün hakim işinden azledilmiş. Adalet Bakanlığı hakime gönderdiği yazıda gerekçeyi şöyle açıklıyor: Kraliçe hükümetinin saygın bir hakimi, devletine güvenmiyor ve onu sınıyorsa, devlet ona asla güvenmez.”

Dostumuzdan böyle bir cevap alsak ne kadar mahcup oluruz değil mi? Gerçekten böyle bir dosta sahip olmak da harika bir duygu. Şimdi de başka bir güven duygusunu yaşayalım.

“Savaşın en kanlı günlerinden biriydi. Asker, en iyi arkadaşının az ilerde kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Tam siperden dışarı doğru bir hamle yapacağı sırada, başka bir arkadaşı onu omzundan tutarak tekrar içeri çekti.
– Delirdin mi sen? Gitmeye değer mi? Baksana delik deşik olmuş. Büyük bir ihtimalle ölüştür. Artık onun için yapabileceğin bir şey yok. Boşuna kendi hayatını tehlikeye atma dedi.
Fakat asker onu dinlemedi ve kendisini siperden dışarıya attı. İnanılması güç bir mucize gerçekleşti. Asker, o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa geri döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Fakat cesur asker yaralı arkadaşını kurtaramamıştı. Siperdeki diğer arkadaşı;
– Sana değmez demiştim. Hayatını boşu boşuna tehlikeye attın dedi.
– Değdi, dedi, gözleri dolarak, değdi…
– Nasıl değdi? Bu adam ölmüş görmüyor musun?
-Yine de değdi. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim için. Ve hıçkırarak arkadaşının son sözlerini tekrarladı;
-Geleceğini biliyordum….Geleceğini biliyordum…”

Çok şükür böyle dostlarım var. Darısı herkesin başına…..
Sevgiler
Tülay Bilin

tulayb18@gmail.com

İki tip insan olduğunu düşünüyorum. Birincisi bir şeyler yapmak için her şeyin dört dörtlük olmasını bekleyen grup. Bu gruptakiler bir iş yapmak için öncelikle kötü düşüncelerden arınmak, sağlıklı olmak, maddi sıkıntısı olmamak gibi şartlar öne sürer. Bunlar düzelmeden asla kendini bir işe veremez. Yaratıcı olmasından vazgeçtim kitap bile okuyamaz. Sürekli bir bahanesi vardır. Bu işler bitse yapacaktır ama şimdi bir türlü aklını veremiyordur.
Oysaki bir başka insan grubu daha vardır ki, her türlü zorluğa karşı inanılmaz yaratıcıdır. Topluma mal olmuş bu kişilerden örnekler vermek istiyorum.

Müjdat Gezen ne zaman televizyona çıksa spiker onu rahatlatmak için “Müjdat Bey merak etmeyin ambülans kapıda bekliyor. Rahat olun.” der. Kendisi de bu durumu açıklamaktan hiç çekinmez. Ruhi olarak evhamlı bir yapısı varmış. Korkuları çok fazla, hatta hayatının akışını etkileyecek boyutta. Düşünebiliyor musunuz bu kadar yoğun negatif duygular yaşayan birinin çok fazla yaratıcı olması. Müjdat Gezen, toplumda yaptığı iyi şeylerle isim yapmış saygın bir tiyatrocudur. Bir tiyatro okulu var. Bütün maddi imkanlarını bu okula koyarak öğrencilerin hiç ücret ödemeden okumalarını sağlıyor. Ayrıca tiyatrosu var. Ayrıca kitap yazıyor. Sağlıklı düşünemeyen birinin bunları yapması ne zor değil mi. Oysaki bütün zorluklar onun ruhunu besliyor olabilir.

21.10.2008 tarihinde televizyonda Saba Tümer’in konuğu Özgür Çevik’ti. Biliyorsunuz televizyondaki “Popstar” yarışmalarından birinde dereceye girmişti. Sonra “Yabancı Damat” adlı dizide çok başarılı oldu. Bu sene ise “Gece Sesleri” adlı dizi ile tekrar ekranlara döndü. İki dizi arasında da bir CD çıkartmış. Oyunculuk hayatına yeni atılmış biri için bunlar başarıdır. Üstelik felsefe mezunu. Saba Tümer’in yaptığı sohbette Özgür Çevik kendini şöyle ifade etti; “Çok fazla düşünüyorum, düşüncelerime mani olamadığım için çok yoruluyorum. Ölümü çok düşünürüm. Sevdiklerimi kaybetme korkusu yaşarım. Düşüncelerim hep negatif yöndedir. “ Sürekli negatif düşünceler üreten bir beynin başka yaratıcılıklara zaman bulacağını sanmıyor insan. Ama öyle değil. Bütün bu olumsuzluklar ruhunu besliyor. Hastalıklar ve beynin negatif duygu üretmesi yaratıcılığını arttırıyor.

Bir başka insan tanıdım. Çok ünlü bir astrolog olan Oğuzhan Ceyhan. Doğuştan taşıdığı bir hastalığı için çocukluk ve ergenlik döneminde tam 13 tane ameliyat geçirmiş. Hayatı hastanelerde geçmiş. “Bir yıl hastanede yattığımı bilirim” diyor. Böyle bir insanın okulunu bitirmiş olmasını bile bekleyemezsiniz. Okumamış olmasını mazur görürsünüz. Oysaki o üniversiteyi bitirmiş. Basketbol antrenörlüğü yapmış, birkaç tane futbol klübü kurmuş ve gençlere devretmiş. Yoğun çalışma hayatı olan biri. Hastalığı süresince kendisini okumaya vermiş. Hani o okurken doktorlar da onu ameliyat etmişler adeta. Bir insanda bu kadar bilgi birikimi nasıl olabilir. Ayaklı kütüphane gibi. İnanılmaz bir beyin yapısı var. Deha gibi. Astrolojiyi yemiş yutmuş. Sanki o icat etmiş gibi iyi biliyor. İnanılmaz güzel yorumlar yapıyor. Onunla konuşunca kendimi yetersiz hissettiğim bile oluyor.

Ne zaman sorunlarım olsa bu kişileri düşündüğüm an hemen motive oluyorum. Kendimi bırakmadan oturup yazıyorum veya okuyorum. Toplumumuzda bu kişiler gibi yaratıcı ve başarılı ne çok insan var.
Biz ne kadar sorunlarla boğuşursak boğuşalım dünya dönmeye devam ediyor. Onun için hayatı kaçırmamak gerektiğine inanıyorum.
Sevgiler
Tülay Bilin

tulayb18@gmail.com

Başkalarının hayatlarını gözlemlemek bizi ileri taşıyorsa bu harika bir duygu. Bizi motive edip içimizdeki enerjiyi dışarı çıkarmamıza yarıyorsa güzel de, kıskanmamızı sağlıyor ve hiç bir şey yapmadan sadece onun gibi olmak istiyorsak hiç de güzel değildir.

Başkalarını taklit etmek hep onlar gibi olmayı deniyorsak kendimizden uzaklaşıyoruz demektir. Bir şeyin daima aslı değerlidir. Kopyası geçici bir süre için değer kazanabilir ama aslı gibi olmaz. Kendimiz olmaya çalışmalıyız. Kendimiz olduğumuzda özgüvenimiz tam olur. Herkes tarafından takdir edilir ve seviliriz. Aşağıdaki hikaye de buna bir örnektir. Sizi hikaye ile baş başa bırakıyorum. İyi okumalar…..

“Evvel zaman içinde, Mogo adında bir fakir Japon vardı. Mogo kendi halinde bir taşçı idi. Zavallıcık hayatını kazanmak için güneşin doğuşundan batışına kadar, yağmur demez, fırtına demez, güneş demez boyuna taş kırardı.

Doğrusu işi çok güçtü ama yine de Mogo’nun pek o kadar hayatından şikâyetçi olmaması lâzımdı. Çünkü babası, büyükbabası hep taşçıydılar. Daha iyi bir hayat görmeyen Mogo da taşçılığı seve seve yapmalıydı. Mogo, genç ve iri yapılıydı, hastalık nedir bilmezdi, sabahtan akşama kadar çalışması, karnını doyuracak kadar pirinç almasına yetiyordu.

Bu yüzden birçok arkadaşı onu kıskanıyorlardı bile. Çünkü Mogo çalışma zamanında çalışıyor, dinlenme zamanı gelince de babasından kalma evine çekilip, dünyanın bütün kötülüklerine arkasını dönerek rahatına bakıyordu.
Bütün bunlara rağmen Mogo hayatından memnun değildi. Zenginlik ve büyüklük sevdası içini kemiriyor, zaman zaman bir asilzade olarak doğmadığına üzülüyordu. Bütün boş zamanlarında kendi kendine halinden şikâyet eder, kendisini daha iyi bir seviyeye ulaştırması için Tanrı’ya yalvarırdı. Bu hal bir gün değil, beş gün değil, aylarca, yıllarca devam etti. Tanrı, Mogo’nun hangi seviyeye gelirse gelsin, daima daha ötesini isteyecek bir yaratılışta olduğunu biliyordu. Bununla beraber ona ders vermek için bütün isteklerini yerine getirmeye karar verdi.

Yine sıcak bir gündü. Mogo yolun kenarında, kan ter içinde taş kırıyordu. Bir ara yoruldu ve kazmasının sapına dayanarak dinlenmeye başladı. O sırada yolun öbür ucundan bir toz bulutu yükseldi. Aynı zamanda kulağına sürekli gürültüler gelmeye başladı.

Toz bulutu yaklaştığı zaman, Mogo, tozların arasında son derece süslü üniformalar giyinmiş süvariler görmeye başladı. Birçok süvarinin arasında ise her tarafı altın, gümüş ve kıymetli taşlarla işlemeli bir tahtırevan geliyordu. Tahtırevanda bir prens vardı. Mogo artık dayanamadı:

– Ey Tanrım, neden ben de bir prens değilim, diye söylendi.
Bunun üzerine Tanrı:
– Peki, dedi, madem ki prens olmak istiyorsun, o halde ol!

Mogo daha ne olduğunu anlamadan kendisini prens haline gelmiş buldu. Sayısız uşakları, askerleri, atları, arabaları, sarayı ve pırıl pırıl işlemeli bir sürü elbisesi vardı. Ama onun asıl hoşuna giden şey, ahalinin kendisine gösterdiği hürmetti. Sokağa çıktığı zaman herkes karşısında iki büklüm eğiliyor, hele eski arkadaşları onu görünce yerlere kapanıyorlardı. Bunlardan çok hoşlandığı için Mogo her gün sokağa çıkıyordu.

Bu hal uzun müddet Mogo’yu eğlendirdi. Fakat aradan zaman geçince yine düşünmeye başladı. Dünyada kendisinden üstün durumda bulunan birçok prens, birçok kral ve en nihayet de kendi imparatorları Mikado vardı. Düşündü ki, Mikado bile olsa kendisinden üstün başka bir şey daima mevcut olacaktır. Bunun üzerine güneşin, her şeyden üstün olduğu aklına geldi. Şüphesiz ki o, bütün kralların, Mikado’nun, her şeyin üstündeydi. Dünyayı ısıtan, hayat veren tek varlık güneşti. O halde en iyisi güneş olmaktı. Mogo böyle düşününce:

– Ey Tanrım, dedi, beni prens yapacağına güneş yapsan olmaz mıydı?
– Güneş mi olmak istiyorsun, dedi Tanrı, öyleyse ol!

Ve Mogo bir anda güneş oldu. Doğrusu gökyüzündeki saltanatının keyfine diyecek yoktu. Dünyaya istediği gibi sıcaklık dağıtıyor, ekinleri, meyvaları olgunlaştırıyor, insanları ısıtıyordu. Mogo aylarca güneş olmanın keyfini sürdü, sonra günlerden bir gün, uzaklarda bir siyah nokta gördü. Bu nokta gitgide büyüdü büyüdü ve simsiyah bir leke gibi kendi ışıklarını önlemeye başladı. Bu, buluttu. Mogo ne yaptıysa onu yenemedi. Nihayet bulutlar güneşin her tarafını kapladı ve şiddetli bir fırtına başladı. Bunun üzerine Mogo:

– Ey Tanrım, diye bağırdı, bulut güneşten daha kuvvetli, ben bulut olmak istiyorum.
Tanrı kısaca:
– Ol! dedi.

Ve Mogo bulut oldu. Güneşten daha kuvvetli olmak demek artık kâinatta her şeyin üstünde olmak demekti. Bunu düşünmek zavallı Mogo’yu büsbütün deli etti. Sevincinden ne yapacağını bilemiyordu. Mogo, güneşi istediği zaman ve istediği yerde kapatabildiği için bunun tadını bol bol çıkarmak istedi. Tarihin hiçbir devrinde Japonya o kadar fırtına, o kadar tayfun ve kasırga görmemişti. Kara ve denizdeki felâketlerin haddi hesabı yoktu. Ama Mogo bütün bunları güneşe karşı kazanılmış bir zafer sayıyor ve gittikçe zulmünü arttırıyordu.

Bu sırada bir gün, Mogo gökyüzünde dolaşıp dururken okyanusun kıyısında âbide gibi dikilmiş muazzam bir kayalık gördü. Granit bir sütun olan kayalığın binlerce seneden beri mevcut olduğu ve tabiatın her türlü olayına göğüs gerip hiçbirinden müteessir olmadığı aşikârdı. Zamanın ve tabiatın bütün tesirlerine karşı koyan bu muazzam kayalık, nihayet Mogo’nun gözüne çarpmıştı. Mogo onun bu haşmetli halini görünce ne yapıp yapıp yerinden sökmeyi ve denize fırlatarak dalgaların arasında yok etmeyi kararlaştırdı.

Çıkan fırtınada sade gök değil, yer de karmakarışık oldu. Kayanın kıyısında bulunduğu denizde dağlar gibi dalgalar yükseliyor, fakat bütün dalgalar granit kayanın eteklerine çarptığı zaman parçalanıp kayboluyordu. Fırtına üç gün üç gece devam etti. Fırtınanın arkasından şiddetli bir kasırga, onun arkasından bir siklon çıktı. Artık evler yıkılıyor, ağaçlar kökünden çıkıyor, nehirler taşıyordu. Ama aradan bir hafta geçip de fırtına dindiği zaman, kayanın yine eski haliyle, okyanusun kıyısında durduğunu gördü. Mogo hırsından küplere biniyordu. Demek ki bu kaya kendisinden daha kuvvetliydi. Hırsla:

– Tanrım, diye bağırdı, kaya benden daha kuvvetli, ben kaya olmak istiyorum.
– Ol! dedi Tanrı.

Ve Mogo okyanusun kıyısında muazzam bir kaya haline geldi. Artık ona ne güneş, ne bulut, ne fırtına hiçbir şey tesir etmiyordu. Artık kâinattaki bütün varlıkların üstündeydi.

Bir sabah, bir tarafını bir şey sokmuş gibi bir acıyla uyandı. Evet, hakikaten bir yerine bir şey batıyor gibiydi. Sonra vücudundan bir parça et koparmışlar gibi bir acı duydu. Sonra kendisine vurduklarını hissetti. Evet, muntazam aralıklarla durmadan vuruyor, vuruyorlardı. Her vuruşta aynı acıyı duyuyor, her vuruşta vücudundan bir şeyler kopmuş gibi oluyordu. Bu hal saatlerce devam etti, Mogo saatlerce tahammül etti, sesini çıkarmadı ama sonra öyle bir an geldi ki birden kuvveti kesilir gibi oldu, yerinde sallanmaya başladığını farketti. Bunun üzerine:

– Tanrım, diye bağırdı. Bana kayadan daha kuvvetli biri hücum ediyor. Ben o olmak istiyorum.
Tanrı:
– Ol! dedi.

Ve Mogo tekrar taşçı oldu.”
Sevgiler
Tülay Bilin

tulayb18@gmail.com

Bir Hint masalina göre;

kedi korkusundan, endişe içinde yasayan
bir fare vardir. Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye
dönüstürür.
Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacagi yerde bu kez de köpekten
korkmaya baslar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüstürür. Kaplan olan
fare, sevinecegi yerde avcidan korkmaya baslar. Büyücü bakar ki, ne
yaparsa yapsin farenin korkusunu yenmeye imkan yok. Onu eski haline
döndürür..

Ve der ki,
“Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüregi var.
O yüzden ben sana yardim edemem.”

Ünlü yazar Shakespeare, bu konuda söyle diyor:


“Insanlarin çogu kaybetmekten korktugu için sevmekten korkuyor…
Düsünmekten korkuyor, sorumluluk getirecegi için.
Konusmaktan korkuyor, elestirilmekten korkttugu için.
Yaslanmaktan korkuyor, gençligin kiymetini bilmedigi için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir sey vermedigi için.
Ve ölmekten korkuyor, aslinda yasamayi bilmedigi için.”

Tulay Bilin

tulayb18@gmail.com

Bugün bir duygumuz hakkında düşüncelerimi yazmak istiyorum. Bu yazıyı yazmadan önce şöyle bir internette dolaştım. Bazı bilimsel yazıları okudum. Psikolojideki korku kelimesini araştırdım. Ama şunu ifade etmek istiyorum ben doktor değilim. Onun için yazılarıma bilimsel olarak bakmak doğru olmaz. Ben yaşanan günlük hayatın içindeki duyguları irdeliyorum. Sadece duygularımı ve yaşadıklarımdan çıkarttığım sonuçları yazıyorum. Gerçi ben bu yazıların bilimsel olmadığını savunuyorum ama bir mail aldım. İsmini açıklayamayacağım bir Profesör yazılarımdan etkilendiğini ifade etmiş ve şöyle yazmış;

”Makalelerinizi okudum makale diyorum çünkü bence yazdıklarınız bilimsel yazılar ve çok etkilendim”

Bir bilim adamının bu yazılarımı bilimsel kabul etmesi beni oldukça yüreklendirdi. Ama ben yine de bilimsel olduğu konusunda iddialı değilim.

İnternette yaptığım araştırmada insanların korku çeşitlerinin ne kadar çok olduğunu gördüm.

Başarısızlıktan, sevilmemekten, önemsenmemekten, ölümden, hastalıktan, kaybetmekten, kontrol edemediği her türlü etkiden, kontrol edilmekten, terk edilmekten, sakat kalmaktan, aldatılmaktan, zayıf görünmekten, anlaşılamamaktan, aşağılanmaktan, kavgadan, tehdit gibi algıladığı her şeyden ve herkesten, düzenin bozulmasından, elindeki değerleri kaybetmekten, aklını kaçırmaktan, parasızlıktan, sahip olduğu mal varlığını yitirmekten, düşmanlardan, Zarar görmekten, düşmekten, uçaktan, hayvanlardan, yüksekten, yalnızlıktan, karanlıktan, işsiz kalmaktan, hırsızdan, psikopat insanlardan, doğal afetlerden.

Bütün bunlar tek tek yazı konusu olabilir. Ama benim bugünkü konum kaybetme korkusu. Bu bile kendi içinde, sınırsız konulara ayrılabilir. Sadece sevdiğini kaybetme korkusu demek istiyorum. Bazı insanlara karşı kendimizi bağımlı hissederiz. Bu sevgilimiz olabilir. Ya da arkadaşımız olabilir. Kendimizi o kişiyle öylesine özdeştiririz ki sanki onsuz asla yaşayamayız. Sanki hayatımızda o olmazsa sorunların altından kalkamayız, sanki o olmazsa sevinçleri bu kadar güzel yaşayamayız, sanki o olmazsa kendimizi yarım hissederiz, sanki o olmazsa sinemaya gidemeyiz, sanki olmazsa alışverişlerimize karar veremeyiz, sanki o olmazsa toplum içinde kendimizi iyi ifade edemeyiz. Aslında işin bu boyutu bağımlılıktır. Kurtulmak isteriz ama bir türlü başaramayız. Oturup bir düşünsek onun bana katkısı nedir? Hangi noktada kendimi ona bağımlı hissediyorum? Neleri ben tek başıma yapamam? Hele karşımızdaki kişi bu bağımlılığımızı hissederse bizi daha da bağımlı hale getirebilir. Bütün bunlardan kurtulmak için kendimizi iyi tanımamız gerekli. Ondan vazgeçemememizin altında yatan korkular nelerdir? Belki de yalnızlık korkusudur. Belki de kendine güven korkusudur. Bunları bilince bu korkulardan kurtulmak daha kolaydır. Bu korkuların üstüne gidince diğerine olan bağımlılığınızın ortadan kalktığını göreceksiniz.

Bence bir tane güzel korku var. Korkunun da güzeli olur mu diyeceksiniz. Bence var. Bağımlılık derecesinde olmayan kaybetme korkusu. Sevdiklerimizi kaybetme korkusu. Ama bu ölümle ilgili değil. Onun sevgisini kaybetme korkusu. Eğer bu duyguyu yüreğimizde hissetmezsek sevdiğimizin değeri kalmaz. Bizi birbirimize bağlayan en büyük his kaybetme korkusudur. Bu duygunun dışa vurumu da SEVGİ’dir.

Buradaki korku onsuz yaşayamama korkusu değil. Sadece birlikte olmaktan keyif almak. Birine aşık olduğumuzda onu kaybetmemek için onun hoşuna giden her şeyi yapmak ve onu mutlu etmek isteriz. Bu kaybetmek korkusu ona verdiğimiz değeri gösterir. Sürekli onu düşünür ve onunla birlikte olma yollarını ararız. Onun sevgisine ihtiyacımız vardır. Bu kaybetme korkusunu yendiğimiz zaman ona olan ilgimiz azalmıştır artık. Eskisi kadar onu kaybetmekten korkmuyoruz demektir. Yani hayatımızdan bir yıldız kaymıştır. Belki de korkunun içinden geçmişizdir. Bakın Sezen Aksu’nun da kaybetme korkusu için yazdığı sözler;

SENSİZİM

Sensizim senden uzakta
Seni düşünüyorum
Seni özlüyorum
Ve özlemeyi çok seviyorum
Sensizim senden uzakta
Seni özlüyorum
Seni seviyorum
Seni sevmeyi çok seviyorum
Seninleyim sana dokunuyor
Seni hissediyorum
Ve hissetmeyi çok seviyorum
Bir gün seni kaybedeceğim
Duygusu sarıyor benliğimi korkuyorum
Ve bu korkuyu çok seviyorum

…………………………

Ben de sevdiklerimi kaybetme korkusunu çok seviyorum. Yüreğimizden bu korkunun kaybolmaması dileğiyle.

Tulay Bilin
tulayb18@gmail.com


Arşiv

Kategorilere Göre Yazılar

Son Yazılar

Takvim

Nisan 2024
P S Ç P C C P
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
2930